17 Ocak 2014 Cuma

Nazım Hikmet ve Ara Güler üzerine...


Bu dünyaya bir Nazım Hikmet, bir de Ara Güler'in gelmiş ve benim onları bilmiş, sevmiş olmam hadi artık bloğa bir yazı ekleyeyim dedirtti.

Ne güzel insanlar geldi, geçti. Dileğim Ara Güler'in sağlıklı, mutlu, huzurlu, üretken, verimli ömrünün biraz daha uzaması. Bencilce biliyorum ama daha dursun istiyorum.

Nazım'ın ölümü çok erkendir benim için. Birçok insan için de öyledir eminim. Nasıl erken olduğunu düşünmez ki bir insan. Aşağıdaki dizeler yazdığı sayısız şiirlerinden bence en güzel olanlarından biri. Dönem dönem en sevdiklerim ruh halime göre değişir o ayrı. Bir insanın kendini bu kadar güzel, basit anlatması mümkün mü? Nazım yapmış işte.

Nazım boş kalındığında değil, ona özel vakit ayrılarak okunmalı. Başka türlü anlaşılamaz. Her duruma uyan şiirleri vardır. Aşk, sevgi, ümit, boşluk, korku, sıkıntı, yokluk, sevinç, karamsarlık... İnsana dair ne kadar his, düşünce, eylem varsa iyisi, kötüsü, hiç şüphe duymadan direkt yazmıştır. Bu kadar insanın onu çok seviyor olmasının en açık sebebi de budur bence. Ayrıca bir insan yaşama karşı hayretini, evrendeki diğer canlılara nezaketini ve kendine özsaygısını kaybetmemelidir. Nazım bunun en güzel örneğidir.

Nazim Nazim

Ben bir insan, ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...
Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, 
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, 

hem zindandan dönen insan ruhundan, 
hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, 
hem bir tek insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak istiyorum, 
hem ölüm korkusundan, 
hem ölümden korkmamaktan bahseden şiirler yazmak istiyorum.

Nâzım Hikmet





Ara Güler ile ilgili bugün bildiğim bir yazıyı okudum. Ne kadar güzel anlatmış. Ömrüne bereket.

"Ne adamlar var!"

Bana soruyorlar; "Sen ne marka makineyle fotoğraf  çekersin? diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir? Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum? Roman daktiloyla mı yazılır? Arkadaş (gözleriyle kalbini göstererek), fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim! Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yollara düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam...  Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım... Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim.

Ara Güler

Etiketler: , , ,

13 Eylül 2012 Perşembe

İki Kalp...


İki Kalp

İki kalp arasında en kısa yol;
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.

Merdivenlerin oraya koşuyorum,

Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Cemal Süreya

Etiketler: ,

6 Eylül 2012 Perşembe

Pervane-Zuhal Olcay

...

Sana gönlümü verdim ey nazlı güzel
Seni almazsam gözlerim açık gider
Bana ellerini ver, hayat seni sevince güzel
Yoluna adadım ömrümü ben gel kaçma güzel

...


Etiketler: , , ,

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Ama senin...



Daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin!

Cemal Süreya

Etiketler: , ,

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Hayat, Aşk, Arkadaş, Dost, Hediye...


Kitap sevdiğimi bilen, sevdiğim bir arkadaşım Murathan Mungan-Aşkın Cep Defteri'ni hediye etti sağolsun. Aşağıdaki yazının kedi ile ilgili olan kısmı benim için yeni fakat son birkaç paragraf tanıdık geldi. Sanki Üç Aynalı Kırk Oda'da benzer bir bölüm vardı diye hatırlıyorum. Sağol-varol Pınar. "Aşk hep olsun."


Anneke Hilhorst-1993

Uzun Yol


Fotoğrafta gördüğünüz gibi, biri beyaz, biri kara, iki kedi, birbirlerinin omuzuna kollarını dolamışçasına, kuyruklarını birbirlerine şefkatle sarara, birbirlerine dayanarak bir yola çıkmışlar.

Resimdeki gölgeler, akşamüstünü söylüyor. Yorgun bir günün sonunda evlerine dönüyorlarmış gibi... Yüzlerini görmüyoruz ama, eminim mırıl mırıl konuşuyorlardır. Belli, sınanmış, denenmiş bir dostluk bu. Uzun yolları göze alabilen bi dostluk.

Kedi gibi hareketli, değişken bir hayvanın özel bir anını yakalamak, hele hele fotoğrafını çekmek kolay iş değildir. Benim gibi kedisi olanlar bilir, "Ah yanımda makine olsaydı da, şu halini görüntüleseydim," dediğiniz çok olmuştur. Siz kalkıp makineyi alana kadar o çoktan duruş değiştirir. İyi bir kedi fotoğrafı çekebilmek için pusu kuranların, sonsuz bir sabra ve geniş bir zamana gereksinimleri vardır. Zamanın geniş akışı içinde kedilere özgü tipik bir anı yakalayabilmek için, ellerinde makine, bekleyip dururlar. İşte bu nedenle, yukarıdaki fotoğrafı çeken sanatçı, bu "kareyi" yakaladıktan sonra, kendini mutlu hissetmiş olmalı. Ancak binde bir yakalanan böyle bir anın fotoğrafını çekme fırsatını kendisine sunan Rastlantı Tanrısı'na için için dua etmiş olmalı.

Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün gölgeli bir saatinde, yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşacağımız, omuzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayacağımız bir omuzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanıklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında, tanıyabiliyor muyuz onu? Değerini biliyor; biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?

Yoksa, hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp, kendimizi hep ileride bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?.. Karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken, bir gün geri dönüp, onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün. Bir akşamüstü yanımızda kimsecikler olmaz. Ya da olanlar, olması gerekenler değildir.

Yıldızların bizim için parladığı anları göremeyen gözlerimiz, gün gelir, hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir.

Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları "bir gün..." geçmişte kalmıştır oysa. Hani, şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omuzunuzun üstünden şöyle bir baktığınız, sonra da boş verip, nasıl olsa ileride bir gün yeniden karşıma çıkar dediğinizdir.

Oysa tam da o gün, bu zalim şehri terk etmiştir o. Boş yere sokaklarda aranırsınız.

Bkz.Yeniden Kırk Oda, Kırk bir, Kırk iki...
Belki belki belki...

Etiketler: , , ,

10 Nisan 2012 Salı

Meral Okay: "Aşk bir sızma halidir"



Meral Okay, "Ben derdim ki, 'Tanrım, bu adam ne zaman yorulacak!..' diye. Meğer acelesi varmış..." diye seslendiği eşine kavuştu.

İşte Okay'ın, Yaman Okay'la yaşadığı aşkı ve aşk hakkındaki düşüncelerini anlattığı yazısı...

"Yaman benim eski arkadaşımdı... O, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oyuncuydu, ben de Ankara'da yaşayan bir öğrenciydim.

O zamanların Ankara'sı, herkesin birbirini tanıdığı ve belirli yerlerde toplandığı bir yerdi. 70'li yıllardı ve kültür tüketicileri birbirlerini bir şekilde sıkça görürlerdi.

Bizim müşterek arkadaşlarımız vardı, bunların başında Rutkay Aziz gelir. Rutkay'la siyaseten de bir aradaydım, Türkiye İşçi Partili'ydim ben.

O yılların derli toplu Ankara'sında sık sık görüşme şansımız olurdu. Yaman'la tanışmamız o yıllardır; fakat aşık olmamız daha sonraya rastlar.

O sinemaya 'Sürü' filmi ile geçince İstanbul'a gelmişti, ben de daha sonra İstanbul'a geldim. O eski bir Ankaralı olarak bana sahip çıkmaya kalktı; Ankaralıların böyle bir derdi de vardır.

Biz, başımıza aşkın taşının düştüğünü bir mevsim geçtikten sonra fark ettik. Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman'ın eşyaları var. Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma hâlidir.

Ben Ankara'dan örselenmiş ve kırılmış bir kalple gelmiştim. Yaman çok tutkulu ve sabırlı bir adamdı, bir de baktım kalp ağrımdan eser kalmamış. Yani taş düşmüştü ama adını koymamız için bir mevsim geçmesi gerekti.

Yaman, o kadar temiz bir adamdı ki, ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben Yaman'ı hep bir lunaparka benzetirim. Onunla yaşamak bir lunaparkta yaşamak gibiydi. Bir yandan bütün cümbüşü, pırıltısı, eğlencesi ve sürprizleri, öte yandan yüreğinizin ağzınıza geldiği anlarıyla tam bir lunapark gibiydi.

Üstelik ben bir Ankaralı olduğum, üstüne üstlük bir subay kızı olduğum için, bir yanımla derli toplu, diğer yanımla despot falan bir kızdım. Yaman bir gün bana, benim taklidimi yaptı; her şeyi net olarak alt alta sıralamamı, emir kipiyle konuşmamı, 'canımın içi' derken bile bazen tonlamamdan dolayı 'Hadi canım!' anlamı çıkabileceğini falan gördüm.

Bu, bir oyuncuyla birlikte olmanın hem avantajı, hem dezavantajıydı. Bunu Yaman'ın aynasında görünce, 'Aaa çok fena bir şeymişim!' dedim. Ee bu aynayı tutan eğer pırıltılı ve doğru bir adamsa, dönüştürücü de oluyor. 'Benimle o garnizon sesiyle konuşma' derdi.

Yaman, çok renkli ve heyecanlı bir adamdı. Ben derdim ki; 'Tanrım, bu adam ne zaman yorulacak!' diye. Meğer acelesi varmış... Her şeyi o kadar yoğun, hızlı ve çoşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu.

Her şeyi hızlı yaşardı, hızlı yemek yerdi, hızlı içki içerdi, bir proje söz konusu olduğunda hızına yetişemezdiniz. Bir gece arkadaşlarla yemekteyken sabah kahvaltısını Bodrum Türkbükü'ndeki evimizde yapmaya karar vermesiyle kendimizi yollarda bulmamız bir olurdu. Bazen düşününce dehşete kapılıyorum, demek ki acelesi varmış diyorum. Kısa bir ömre, birkaç kişilik bir hayat sığdırdı.

Bizim Yaman'la tarihe kayıt olarak düşeceğim hiçbir kavgamız olmadı. O, kalbini insanlara açarken de, onlara güvenirken de çok hızlıydı ve kırılması da doğal olarak aynı hızla olabiliyordu. Aktörlerin kalbi camdandır. Çok çocuk, çok bebektirler. Belki de bunu çok yakından gördüğüm için ben daha dikkatli davranırdım. Belki de tek sürtüşmemiz onu kıranlara karşı olan tutumumdan olmuştur.

Ben köşeleri çok olan bir insandım; Yaman beni eğitti. O hüzünleri ironik bir neşeye çevirebilme ustasıydı. Bu yönüyle de bakınca gam kasavetten çok çabuk çıkabilirdik.

Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden 'biz' olabilme hâlidir. İnsan egosu denetlenmesi en güç olan şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz.

Biz birbirimize karşı çok saygılıydık; mesleklerimiz ve bunun gerektirdiği fedakârlık hallerinde hele daha da çok saygılı ve yol açıcı davrandık hep.

Ee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik. Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi. Aşk bazen de bir kıyamama hâlidir.

Şunu çok açıkyüreklilikle söyleyebilirim; o benden daha iyi bir insandı. O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz... Ben Yaman'la birlikte onun kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar masum yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın. O, o kadar ahlâklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız.

Hastalığının son bir ayında, ki hastalığın çıkmasıyla kaybetmemiz 1.5 ay sürdü. Tıp hastalığının süratine yetişemedi. Hep şunu düşündüm; hayata, sanatına ve bize dair bir sürü düşüncesi, projesi vardı ve hepsi sanki hızla arka arkaya gerçekleşmeye başlamıştı. Neden şimdi, neden bu adam, diye çok düşündüm. Orada bile hızlıydı.

Komaya girene kadar Yeşim Ustaoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu ile birlikte senaryo çalıştılar. Onlar her gün geldiler ve bu oyunun gönüllü yoldaşı oldular. Sonra o film çekildi; Yeşim'in ilk uzun metraj filmidir "İz" filmi ve Yaman'a adadılar.

Yaman'ın rolünü Aytaç Arman oynamıştı. Bunlardan bahsetmişken o sürecin acısını hafifleten bir yığın katıksız dostluklar yaşadık. Gerçi o sürecin acısı hafiflemiyor. Ben de harlı ateş şeklinde yanma hâli tam 10 yıl sürdü. Asmalı Konak'ın son dört bölümünü yazarken o acıyla yeniden yüzleştim ve ancak o zaman birazcık küllendi diyelim.

Böyle, bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana. Bu ateşle yanma hâli, o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın.

Yaman'la her günümüz Sevgililer Günü'ydü... Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır. Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken Boğaz'ı turlardık.

Sezen'i anmamak olmaz: Sezen, Yaman'ın çok yakın arkadaşıydı. Ben Yaman'dan dolayı tanıdım. Sezen, insanın hayatına çok hafif dahil olur. Sızar ve siz bunu anlamazsınız.

O benim kardeşim, arkadaşım her şeyim oldu. Yaman'dan sonra işlerimin önemli bölümünü tasfiye ettim. Sezen, ısrarla profesyonel olarak birlikte çalışmaya zorluyordu beni. Nerdeyse kafamı kıra kıra bana şarkı sözü yazdırdı.

Birlikte yazdığımız ilk şarkı; 'Masum Değiliz'. 'Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece. Yalnızlık, sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna' diye...

Yaman'dan iki ay sonra yazdık. Daha sonra bu ısrar otuz küsur şarkı sözü üretti. O dönem Sezen bana sadece 3-5 saat uyumaya yetecek kadar boşluk bırakıyordu. Stüdyolar, kayıtlar, konserler vb. çok yoğun bir rehabilitasyon oldu benim için. Sezen'in o toplumsal düzeydeki rehabiliterliği benim için özel bir muamele seçkinliğinde oldu. O benim kardeşimdir, canımdır.

Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır. Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıktaki tutku kutsanır hep. Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre aitiz biz.

Öyle kadınlar ve erkekler tanıyorum, risk almıyorlar. Aşk emniyetli bir şey değildir. Emniyetli olan sevgidir. Aşk ehlileşmez, sakinleşemez. Öyle olursa akraba olursunuz.

Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.

Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.

Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara.

Dizilerdeki aşık olma süreci o kadar uzun ki, öncelikle bu rasyonel değil! Aşk çok ani, hızlı ve genellikle beklenip, tasarlanamayan bir şeydir. Kafana bir taş düşer, neye uğradığını şaşırırsın. Ve bunun aşk olduğunun da sonradan adını korsun. İrrasyonellik sadece bu değil, bir de dizi karakterlerinin çok ön hazırlığı var aşık olmak için. Halbuki, hayatta böyle değildir, aşk tasarlanılan ve ön hazırlığı yapılabilen bir şey değildir.

Eskinin, hani o dalga geçilen mantık evliliklerinde bile, bugünkü hesaplılıktan daha çok aşk vardı diyesi geliyor insanın. Ali Poyrazoğlu dedi, 'Aşk bir kör atlayıştır.'

İnsanların birbirleri için 'sağlama' yapacakları alanlar kalmadı. Modern hayatlar ve modern zamanlarda böyle bir şansı yoktur insanın. Son bir aydır, 'Ben aslında duyguları olan iyi bir insanım' mesajını, ben şu cümleyle alıyorum.

- Babam ve Oğlum'u gördün mü?

- Hee gördüm

- Ağladın mı?

- Sana ne?

Yani ben de duyarlıyım ve iyi bir insanım. Bu arada, ben de filmi seyrettim. Yeri gelmişken ve sabah seansında katılarak ağladım ama bu soruları soran insanlarla o kadar ayrı şeylere ağladık ki.

Benim o filmde yandığım, bu ülkenin o temiz çocuk yürekli insanlarının, bu ülke tarafından nasıl da kırıldığını, nasıl da örselendiklerini, onurlarıyla ekmekleriyle nasıl da oynandığını gördüğüm için bu uğurda yiten, onulmaz acılar çeken insanlarımızı hatırlayarak ağladım.

Belki de bugünkü aşksızlık hâli de, o dönemlerin ürünüdür diyeceğim ama aşk bunların hepsinin üzerinden atlayabilecek bir şey olmalı..."

Etiketler: , , ,

29 Haziran 2011 Çarşamba

Cunda'ya aşığım... Niye olduğumu da biliyorum...

Kaplumbağa Hızında Hayat ... Cunda

Burada hayat yavaş akar.

Kimsenin acelesi yoktur.

Trafik yoktur. 13.00’teki randevun için evden 12.55’te çıkarsın.

Sinirli insanlar yoktur.

Gülümseyen insanlar vardır.

Telaşlı insanlar yoktur. Sakin insanlar vardır.

Hırslı insanlar yoktur. Yetinen insanlar vardır.

İnsanı da, kedileri de, musluktan akan suyu da miskindir buranın. Ağır ağır, tane tane.

Pazarda dolaşırken, hiçbir şey almadan karnını doyurabilirsin burada. Herkes ikram eder malından, geri çevirirsen de darılır. Bademciden badem yersin, kirazcı eline tutuşturur, peynirci senin için kestiği dilimle peşinden koşar “Almasan da tat” diye…

Burada üç öğün ot vardır, bildiğin ot. Ottan mücver yaparlar, ottan börek yaparlar, üzerine yoğurt döküp sıcak yemek yaparlar. Bildiğin enginarı çiğ çiğ dilimler meze yaparlar. Kırmızı biberin içine peynir doldurup dolma yaparlar. Her türlü yapılış şeklini bildiğini sandığın patlıcanın içini oyup envai çeşit peynir ve otla doldurup güveç kabında “gondol” yaparlar mesela. Senin kahvaltıda yediğin lor peynirinin üzerine vişne reçeli dökerler, olur sana tatlı. Burada her yiyeceğin kullanım alanı geniştir. Tek sınır hayal gücüdür.

Burada el yakan hesaplar yoktur, seçmesini bilmek vardır. Eh, o da zamanla. Turist gider “duyduğu” yere, buralı gider “bildiği” yere. Ayaküstü 20 liraya iki kişi tıka basa doymak vardır. Hem de otun da, balığın da en tazesiyle.

“Ayna” vardır burada, yeme-içme-oturma yeri. Ev yapımı likörler, zeytinyağlılar, uçuşan turkuaz perdeler, ahşap masalar, taze çiçek kokusu çağırır. Bir limonata isteyip saatlerce oturabilirsin, kimse bir şey demez. Etrafında dolanmaz. “Masa dolacak” demez. Bu küçük cennetin sahibi, İstanbul’dan arınmış, yeni bir hayat kurmuş anne kıza imrenerek bakarsın, iç geçirerek. Belki de bu yüzden “Ayna”dır adı, senin hayalini sana yansıttıkları için.

Burada öyle çantana sarılıp oturmazsın. Çantanı, eşyalarını pastaneye emanet edip çarşı pazar gezmeye de gidebilirsin pekala. Bankamatikten para çekerken, çantanı arkandaki bankta bırakıp işini görebilirsin de hatta.

Taş Kahve’de Mehmet Abi siz istemeden kahve getirir, canı öyle istedi diye. Peynirin, salatan eksik mi geldi gözüne? Söyle hemen getirirler, hesaba eklemeden. Ya da “Balığın tadı biraz acı geldi” de laf arasında, almaz parasını. Kurabiye mi alıyorsun? Yolluk verirler bir de yanına, yiye yiye gez diye. Burada gönülle yapılır her şey.

Hayat küçüktür burada. Marka filan bilmezler. Herkes ya Kordon’dan alır kıyafetini ya da Garaj’dan. ABD’ye gelinlik provasına gitmezler. Düğün zamanları uğradıkları en pahalı mağazaları “SOYKARA” da gece elbisesi 80 lira. Kimse kimseyle yarışmaz, istediklerini giyer, yer, içerler. Kimse kimseyi süzmez çünkü. İstanbullular dışında.

Sokaklar egzost değil, sakız kokar burada. Sahil boyu sıra sıra, itiş kakış kafeler de yoktur. Onun yerine Konfor, İstikbal, Leyla Güzellik Salonu, Mahmutpaşalı Ayakkabıcısı gibi yerler vardır, denize sıfır. O kadar çoktur deniz çünkü. Öbür türlüsünü de bilmezler zaten. Sen şimdi kalkıp Pazar günleri 15 cm deniz göreceksin diye saatlerce Hisarüstü yollarında perişan olup, üstüne kazıklanıp buna da “Pazar keyfi” dediğini anlatsan, gülerler.

Burada herkes kendi işini yapar. Pideci vardır, zeytinci vardır, peynirci vardır, doncu vardır, dondurmacı vardır, çeyizci vardır. Herkes kendi küçük krallığının başındadır. Çikolatacının camında “Djare çikolata satılır” yazar. O yanlışı da bir tek İstanbullu görür zaten. “Kız isteme çikolatası satılır” yazar bir diğerinde, insanlar önünde sıra halinde.

Kavga yoktur burada, bir futbol maçı ya da merdiven önünde kadın erkek taze bakla ayıklayacak olmak yeter hepsini buluşturmaya.

Burada dolmuşlar illa dolunca kalkmaz, şoför beklemekten sıkılınca kalkar. Dolmuş şoförleri “Kim vermedi parasını?!” diye kükremez, “Bozuk yoksa sonra verirsin” der, bir daha görüp görmeyeceğini bilmeden. İnerken “Güle güleyiiin!” diye uğurlar bir de.

Burada Baykal’ın kasetini, iktidar kavgasını, en son mekanları, filmleri bilmezler. Sizin o şaşaalı gündeminiz bir hiçtir burada, onların gündemine uyarsın. Kiraz ne kadar olmuş, deniz bu yaz soğukmuş, rüzgar kalmış, deniz direklemiş, papalina bu sene azmış… Hem de o kadar çabuk uyarsın ki bu kaplumbağa hızında hayata, kendine şaşarsın.

Gel gör ki, sen ne kadar kaynaşmaya çalışırsan çalış, iki günde oralı olmaya alış, her halinle İstanbulluğunu belli edersin. Anlarlar. Tuz isteyişinden anlarlar, parayı uzatışından anlarlar, kılığından kıyafetinden anlarlar, bakışından anlarlar, yorgunluğundan anlarlar, kaprisinden anlarlar ve sorarlar: “Memleket nere?”

“İstanbul” dersin, “Olsun!” derler. Senden önce üzülürler sana.

Hayatın daha fazla para kazanınca, daha hırslanınca, daha pahalı bir arabaya sahip olunca, daha büyük evlerde yaşayınca, terfi edince, 90-60-90 olunca, herkesten daha hızlı koşunca, kendini çok önemli sanınca, daha çok tüketip daha çok çalışınca, “o ayakkabı”yı alınca, o kadınla/adamla beraber olunca daha güzel olduğunu sananları silkeler burası.

Sadece bir “Olsun!”la…

Bu makale Habertürk yazarı Hande Köseoğlu tarafından kaleme alınmış, Cunda hakkında yazılan en nitelikli makalelerden biridir.

http://www.cunda.gen.tr/Bolgesi/KonuDetay.asp?id=266







Fotoğraflar : 10.09.2005
Talaakar

Etiketler: , , , ,

6 Nisan 2011 Çarşamba

Aşk tesadüfleri sever...











20 Şubat'ta izledim filmi aslında. Filmin etkisi geçti fakat müzikler hala favorim.

Film insan hayatında karşılaştığı tesadüflerin hayatına kattıklarını anlatıyor bence en güzel halleriyle. Her ne kadar filmin sonu mutlulukla bitmese de güzel.

Zaten yaşanacaksa yaşanacak olduğunu düşünmekle beraber tesadüf olmadığını bilirim aslında. Yaşadığım anın resmini ben öyle yapmışım, boyamışım, o insanları oraya ben koymuşum diye düşünürüm her zaman. Böylesi bana kendimi daha iyi hissettirir, yaşadıklarımın tamamının benim eserim ve tüm sorumluluğun bana ait olduğunu bilirim, kolay kabullenirim.

Gelelim etkisi süren filmin müziklerine. Herbiri muhteşem, bıkmadan defalarca dinlenen cinsten.

Filme karşı sempatim ilk tanıtımı Mehmet Günsür"den dinlerken oluştu. Bu film bu kadar tesadüfü anlatıyorsa "Eylül Akşamı" çok yakışırdı diye geçirirken bir baktım ki zaten düşünülmüş ve o şarkı söylenmiş.

Söylenmiş ama bir farkla; Bülent Ortaçgil'den başka kimseden dinlemeye tahammülüm olmayan ve bende her daim apayrı bir yeri olan "Eylül Akşamı" Mehmet Günsür ve TNK'den dinlerken gerçekten keyif veriyor.

Fakat benim bu film sayesinde ilk kez dinlediğim, çok beğendiğim diğer favorim ise "Yine yazı bekleriz".

Ah ne çok özledim seni
Bir bilsen, ah bir görsen
Sonbaharlarım gelir
O yaprak hiç düşmez

Hepsi bitti, hepsi bitti, hepsi kaybolan günlerdi
Bir yalnız sen bir yalnız ben bizi ne nasıl tüketti ki ?

Belki unuturuz onu tüm kasımdan kalma çiçekler gibi
Arasına koyarız şarkı yazdığımız kırık hayaller saklı defterin

Belki de saklarız onu kalbimizde bir delik açar gibi
Belki denize ulaşır içimizdeki nehirler birgün
Yine yazı bekleriz

Ah ne çok özledim seni
Bir bilsen, ah bir görsen
Sonbaharlarım gelir
O yaprak hiç düşmez

Seni bekler yağmurlarım öyle bir yağar ki hiç dinmez
Sonra yedi bahar geçer o yaz hiç gelmez

Belki unuturuz onu tüm kasımdan kalma çiçekler gibi
Arasına koyarız şarkı yazdığımız kırık hayaller saklı defterin

Belki de saklarız onu kalbimizde bir delik açar gibi
Belki denize ulaşır içimizdeki nehirler birgün
Yine yazı bekleriz


Çok güzel değil mi?

Etiketler: , ,

3 Şubat 2011 Perşembe

Cüceler...


...

Elimde bir çanta, şurda burda dolaşıyorum
Hep bir yerlere gideceğim sanki
Güvercinler konuyor saçlarıma bileklerime
Uçuşuyorlar
Bir çınar yaprağı düşüyor ayaklarımın dibine
Kupkuru
Elime alıyorum, çiziyorum üstüne kalbimi
Kalbim, diyorum
Yorgunsa da, yaralıysa da, hepimizin aşkına sevgili.

Etiketler: ,

30 Aralık 2010 Perşembe

1...



Bu kitabı Konya seyahati sırasında arkadaşım Zeynep'ten öğrendim. Kendisi okuyordu ve çok beğendiğini söylemişti.

Gel zaman, git zaman düşündüm. Oysa ki kitabı hemen almış olmam gerekirdi okumak için.

Bu sabah geldiğimde masamda gördüğüm ilk şeydi Aşkın Gözyaşları. İş arkadaşım Gözde okumuş ve bana bırakmış sağolsun isteğim üzerine.

Bugün itibariyle öğle tatilinde başladım ve keşke vakit olsa da okumaya devam edebilsem diye içimden geçirdim hala geçiriyorum gerçi.

Başladım ve önsözden sonra; "Her şey insanoğluna feda iken,insanoğlu ise kendine cefa olmuştur." cümlesini gördüm.

Evet evrende herşey bize sınırsız olarak sunulduğu halde biz zihinlerimizin sınırlarını kaldıramadığımızdan hem istiyoruz hem de ulaşamıyoruz. Sonra şikayet ediyoruz. Dillere "çok istersem olmaz" cümlesini pelesenk ediyoruz. Yazık.

Diyorum ki; 2011'den itibaren ve sonrasında bütünün ve bizim hayrımıza olan, zihnimizin tüm sınırları kalksın ve ihtiyacımız olan herşeye kolaylıkla ulaşıp, tüm ihtiyaçlarımızı kolaylıkla karşılayalım.

Aşk her anımızda olsun. Baktığımız, gördüğümüz, söylediğimiz, duyduğumuz, hissettiğimiz, verdiğimiz, aldığımız, istediğimiz, gittiğimiz, yediğimiz, içtiğimiz, karşılaştığımız herşeyde, heryerde AŞK olsun.

Etiketler: , , , ,

23 Eylül 2010 Perşembe

Nil Karaibrahimgil'i seviyorum...

Ben ona resmen aşığım...

Sanki o putmuş gibi
Hayat sırf buymuş gibi
Hem aç hem tokmuş gibi
Hem var hem yokmuş gibi
Ben ona resmen aşığım

Onu benden almasınlar
Bize bulaşmasınlar
Arayıp sormasınlar
Kıskandırıp durmasınlar
Ben ona resmen aşığım

Hem ilk hem sonmuş gibi
En güzeli oymuş gibi
Bunca yıl beklemiş gibi
Beklediğime değmiş gibi
Ben ona resmen...

Şeytanla bir olmuş gibi
"Küt!" diye gidecek gibi
Her yöne sapacak
Ne yap desen yapacak gibi
Ben ona resmen aşığım

Onu benden almasınlar
Bize bulaşmasınlar
Arayıp sormasınlar
Kıskandırıp durmasınlar
Ben ona resmen aşığım

Hem ilk hem sonmuş gibi
En güzeli oymuş gibi
Bunca yıl beklemiş gibi
Beklediğime değmiş gibi
Ben ona resmen...

İyi ki yapmışım!
İyi ki yapmışım!
İyi ki yapmışım!
İyi ki yapmışım!

Etiketler: ,

24 Ağustos 2010 Salı

İyi bir yıl...





Seyredeli çok oluyor fakat ara ara hep aklıma geliyor. Çünkü filmde anlatılana o kadar benzer bir hayat yaşıyorum ki anımsamamak imkansız.

Benzer derken yanlış anlaşılmasın. İnsanlar birbirine daha saygılı, kimse diğerinin altındaki koltuğu çekmiyor. İlişkiler insani. İş arkadaşı diyoruz ama dışarıda da görüşüyoruz ve birbirlerimizin hayatlarına dokunuyor, haberdar oluyoruz. Çok şükür...

Geçen gün mutfakta öğle arası kahve içerken gelen arkadaşım öyle imrenerek baktı ve uzun zamandır böyle keyifli aralar vermediğini söyledi ki film yine aklıma geldi.

Evet benzer yönler var çünkü ülkeler farklı olsa da finans sektörünün işleyişi sanıyorum çoğu yerde aynı.

Evet mola veremiyoruz, zaruri ihtiyaçları bile elden geldiğince erteliyoruz. Benim için geçerli değil çünkü ben müşteriye işlem yapmıyorum ama etrafım saniye kaçırmamaya gayret eden insanlarla dolu.

Arkadaşım alelacele içeceğini alıp gittikten sonra düşündüm nereye kadar?

Hani birkaç sene bu kadar sıkıntılı bir iş yaparsın bilirsin ki sonra tüm hayatı geçirecek kadar kazanç elde etmişsin ve ömrünü istediğin bir yerde, istediğin insanlarla geçirecek ve bu yorgun, gergin günleri çok uzak anılar olarak istersen hatırlayacaksın.

Bu soruyu onlara sorsam kimsenin sağlıklı bir tahmini olduğunu sanmıyorum.

Filmin sonunda Max Skinner hayatının tercihini bence çok güzel yapıyor. Amcasından kalan üzüm bağlarında, meyveyi sihirli bir içecek olan şaraba dönüştürerek, sevdikleriyle beraber yaşayarak o hengamenin çok dışında kalıyor.

Benim hayalimde buna benziyor. Birkaç farkla tabii ki...

Bende bu işi öyle çok uzun yıllar yapmaya niyetli değilim. En sevdiğim iş olan kek-kurabiye yapmaya adayacağım kendimi. Henüz dükkanın adı ve yeri belli değil ama gözümü kapattığımda canlanan bir mekan var. Sabahtan akşama kadar canım ne isterse onu pişireceğim ve o kadarını müşterilere sunacağım. Diyelim ki havuçlu kek yapmışım sadece bir tane. Bitti mi, bitti. Yarın buyurun diyeceğim. Yani amaç gönlümü eğlendirmek olacak. Sonra kalan vakitte akşama sevdiklerime ikram edeceklerimi pişirmek için işe koyulacağım. Akşam iş çıkışı sevdiğim insanlar gündüz sipariş verdikleri yemekleri yerken bende onlarla keyifli, elimde bir kadeh şarapla koyu sohbetlere dalacağım.

Burada yapmam gereken hayalimi daima canlı tutmak. Bilirim ki ne istesem kolaylıkla olur. Bu da olacak.

Eğer sizinde bir hayaliniz varsa, gerçekleştirmek için aşka gelmeye ihtiyaç duyuyorsanız bu filmi mutlaka izleyin. Hem de bir kez değil!

Filmden kısaca bahsedersek; Max Skinner, Londra borsasında spekülasyonlar yaparak büyük paralar kazanmaktadır. Max için en önemli şey kazanmaktır ve hayatta başka hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Fransa'da yaşayan amcasının öldüğüne dair üzücü bir haber alır. Max bir yandan amcasıyla dolu çocukluk hatıralarını anımsarken bir yandan da şatoda geçecek bir hayatın nasıl olacağı konusunda araştırmalar yapmaktadır. Max bu inanılmaz güzellikteki şatodan yeni bir kazanç sağlamayı düşünürken hiç hesapta olmayan ve daha önce tanımadığı bir akrabası çıkagelir... Kaliforniya'lı bir kız olan Christie Roberts amcasının gayri meşru kızı olduğunu iddia etmektedir... Bir yandan şatonun gizli zenginliklerini ondan uzak tutmaya çalışan Max diğer yandan Provence'in yerlisi olan güzel bir kıza gönlünü kaptırır. Aşk şarap kadar lezzetli ve şarap kadar hızlı kana karışmaktadır...

Etiketler: , , , , , ,

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Eylül Akşamı...



Hiçbir neden yokken,
Ya da biz bilmezken tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur...
Onca neden varken ve tam sırası gelmişken hiçbir şey yapmamış ve susmuşuzdur...

Aynı anda aynı sessiz geceye doğru içim sıkılıyor demişizdir
Aynı sabaha uyanırken kimbilir aynı düşü görmüşüzdür
Olamaz mı?
Olabilir.

Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında

Belki benim kağıt param, bir şekilde, döne dolaşa senin cebine girmiştir
Belki aynı posta kutusuna, değişik zamanlarda da olsa, birkaç mektup atmışızdır

Ayın karpuz dilimi gibi batışını izlemişizdir deniz kıyısında
Aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede belki de birkaç gün arayla

Olamaz mı?
Olabilir.

Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında.

Bostancı dolmuş kuyruğunda, sen başta ben en sonda öylece beklemişizdir...
Sabah 7:30 vapuruna sen koşa koşa yetişirken, ben yürüdüğümden kaçırmışımdır

Aynı anda başka insanlara, seni seviyorum demişizdir....
Mutlak güven duygusuyla, başımızı başka omuzlara dayamışızdır

Olamaz mı?
Olabilir.

Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında

Ne diyeyim yılları birlikte geçireceğimiz, yakınımızda olanı kolaylıkla görmeyi, elele tutuşup, birlikte yürümeyi diliyorum hepimiz için...

Her an keyifle geçsin, iyi ki yanımda dedirtsin...

Etiketler: , , ,

23 Mayıs 2010 Pazar

Etme...



Zamanı mı olur Mevlana'yı anmanın? TRT 1'de Mevlana Aşkın Dansı'nı kaçıncı kere izlediğimi bilmemekle beraber en sevdiğim eserlerinden birini paylaşmak farz oldu.

Şems’in gidişinden sonra Hz. Mevlana’nın dilinden dökülen sözler


ETME

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla basa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

Etiketler: , ,