26 Ağustos 2010 Perşembe

Tembellik hakkı


Tembellik yapmak istiyorum. Şu sıralar hiç mümkün değil biliyorum. O nedenle ben işimin başına dönüyorum.

Tembellik üzerine resim aranırken internette Can Dündar'ın bir yazısı ile karşılaştım ve genelde olduğu üzere hayran kaldım. Can Dündar'ın diğer yazılarını okumak isterseniz; http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=1686

Onları görür görmez tanıdım.

Benim eski hastalığıma tutul­muşlardı.

Bir tüberkülozlu bir diğerini nasıl öksürüğünden tanırsa, ben de onları cep telefonlarının sesinden teşhis ettim. Bacaklarında uzun şort, başların­da hasır şapka, ayaklarında şıpıdık terlik, ellerinde cep telefonuyla geldikleri kum­salın her köşesinde cırcır böcekleri gibi arsız ötüp duruyorlardı. "Cırrr" sesini du­yar duymaz telaşla fırlayıp avuçlarındaki kumları silkeliyor, sonra da yüzlerini deni­ze verip koca göbeklerini ovuştura ovuş­tura uzun uzun konuşuyorlardı. Ardından telefonu eşler devralıyor, arada çocuklarını çağırıp "Gel yavrum anneannen bayra­mını kutlayacak." davetiyle emaneti aile­nin en küçüğüne devrediyorlardı.

Büroyu tatil etmemiş, sırtlayıp getir­mişlerdi adeta...

Evlerinde internet bağlantılı dizüstü bilgisayarları, bütün kanalları çeken uy­du antenleri, "ne olur ne olmaz" diye yanlarına aldıkları takım elbiseleri de olduğundan emindim.

Emindim; çünkü bir süre öncesine ka­dar ben de onlardan biriydim.

En güzel tatil sabahlarına, günün gaze­telerini alabileceğim bir bayi aramakla başlar, bulamazsam konu komşuya sırnaşırdım.

İşkoliktim. Çalışmadığım her dakika kendimi kötü hissediyordum. Denize dalsam yazı konusu çıkarıyor, bir müze gezsem belgesel kokusu alıyor, kumsal­da güzel bir kadın görsem tv kadrajına oturtmaya çalışıyordum. Kulağım her daim telefondaydı. Diz üstü bilgisayarım şımarık bir çocuk gibi dizimden inmezdi.

Geceleri insanlar sahilleri gezerdi, ben TV kanallarını...

Sonra tedavi oldum.

"Tembel hakları evrensel beyanname­sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te­mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.

Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.

O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır­mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya­nıtlamak...

Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu.

Orhan Veli'yi evkaftaki memuriyetin­den eden havalarla iyileştim.

Bir nisan melteminde, "Ne olacak bu memleketin hali?" sorularıyla memleketi ve çevreyi bunaltmak yerine, kuytuda bir hamağa kurulup güneşle halvet olma­nın, kulağımı uyanan toprağın sesine, burnumu rüzgarın nefesine verip bahar­la kadeh tokuşturmanın tadını keşfettim. Her bahar yenileniyordu insanoğlu; bir başka deyişle, "Bir nisan bir insan"dı.

İşte bunu öğrendiğim için tatilde eski hastalığımın pençesinde can çekişenleri görünce yanlarına gitmek, cep telefonlarını anteninden tuttuğum gibi denize at­mak ve sonra onları şaşkın bakan gözle­rinden öperek, "Üzülme yavrucuğum" demek istedim, "İyileşeceksin. Gör bak, onlarsız kendini daha iyi hissedeceksin."

Yazıya, tembellerce "Düzeltilmiş" bir La Fontaine masalıyla son verelim:

Karınca yine deli gibi çalışmış o yaz; dere tepe gezip kış için yiyecek depolamış. Ağustos böceği ise yine dalgasını geçip şarkılar söyleyerek çiçek çiçek ge­zip eğlenceye vurmuş kendini... Sonra kış gelmiş. Karınca tam biriktirdiklerini yemeye koyulmuş ki kapı çalmış: İki dir­hem bir çekirdek Ağustos böceği... ba­şında şapka, elinde bavul... "Hayrola" di­ye sormuş karınca... "Paris'e tatile gidi­yorum, bir isteğin var mı?" diye sormuş bizimki... Karınca öfkeyle, 'Tek bir ricam var" demiş, "Söyle o La Fontaine denen madrabaza, bir daha öyle poposundan masal uydurmasın..."

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa